21. yüzyılın 21. gününde bir yazı yazmak istedim. Ben yazı yazmak için bilgisayarın başına oturana kadar (çünkü araya milyon tane yapılması gereken iş girdi) ayın 22’si oldu bile. Saatler, dakikalar, saniyeler, ne çabuk geçip gidiyor hayatımızdan.

Zamanın yavaş aktığı yaşlarımı işe yaramaz bir nostaljiyle anımsayıp özleme yaşımı bile geçtim sanırım. Her zaman kaçmaya ve yüzleşmeye çalıştığım hayatın gerçekleri tarafından her gün sınandığım zamanlarda yaşıyorum artık. Ülkemin hararetli atmosferi ve pandemi de bunlara çanak tutuyor tabii. Buna rağmen zaman çok hızlı geçiyor. Nasıl oluyor bilmiyorum. İleride geleceğini düşündüğüm güzel günlere daha çabuk kavuşabilmek için olsa gerek.

Aslında bu postu hazırlayacak kadar bile vaktim yok. Aslana pençe atmaya niyetlenmiş (deyim için bknz. kutsal motor) gibi aldığım sorumlulukları yetiştirmeye çalışmam gerek, ama bu hafta böyle bir lüksü hak ettim, çünkü paşa gönlüm öyle istedi.

Dünyanın belki de en sıkıcı kitaplarından olsa da yine de bazı satırlarına aşırı kıymet verdiğim Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nden şöyle bir alıntı ile başlamak istiyorum:

“- Meslekler arasında saat ayarı daima değişiyor. Meselâ bakın buraya, ameleler, küçük işçiler, küçük memurlar saat ayarlarında daha titiz oluyorlar. Hocalar da öyle. Halbuki irat sahipleri, ev kadınları, bilhassa hizmetçiler, hülâsa hiç işi olmayanlar, işlerinden başka işleri olmayanlar.

Ben bu ‘işlerinden başka işleri olmayanlar’ sözünden hiçbir şey anlamamıştım.

– Yani demek istiyorum ki, kendilerine gösterilen işlerden başka işi olmayanlar… Yani bütün zamanlarını yalnız ona verenler. Meselâ okur yazar, yahut musiki seven kadın için ev işi çarçabuk bitirilmesi gereken şeydir. Çünkü başka iş yapacaktır. O halde zaman onun için kıymetlidir. Dışarda çalışan ev kadını da böyle. Gündelikçi hizmetçiler de, fakat ötekilerde saat mefhumu azalır…

Son zamanlarda ben de işlerinden başka bir işi olmayan bir insana dönüşme yolundaydım ve kendime zaman mefhumunu hatırlatmak için bu yazıyı yazmak zorundaydım. Yazı dediğime de bakmayın, bir film ve bir kitap önerip gideceğim.

Saniyede beş bin kilometre

Sayfaların arasında ülkeden ülkeye, duygudan duyguya yolculuğa çıkaran bir çizgi roman önereceğim. Çizgi roman olduğu için çok kısa sürede okunabilecek bu kitap, çok sevdiğim Baobab Yayınları’ndan. Çizgi roman okumayı seviyor ama süperkahraman hikayelerini, fantastik türü sevmiyorsanız, bu yayınevinin diğer kitaplarına da göz atmanızı öneririm. Başkahramanlarımızın arasında geçen bir diyalogtan adını alan kitabımız, İtalya’da başladığı hikayesini yine orada bitirirken bizi aynı zamanda Norveç ve Mısır’a da götürüyor. Aşk, kararsızlık, sıkışmışlık hissi, çıkış yolu arama çabalarını kalın romanlarla bile ifade etmek zorken, yazar ve çizer Manuele Fior, bunu suluboya çizimlerine eşlik ettiği diyaloglarla yapıyor. Hem gözü hem ruhu doyuran “Saniyede beş bin kilometre”, kitaplığımda bulunmasından en mutlu olduğum parçalardan biri ve aynı zamanda 2011 yılı Uluslararası Angouleme Çizgi Roman Festivali büyük ödüllü.

Kitabın orijinal adı: Cinquemila chilometri al secondo

Kitap hakkında detaylı bilgi ve sipariş için: http://baobabyayinlari.com/kitaplar/saniyede-bes-bin-kilometre

Saniyede Beş Santimetre

Miyazaki’den sonra en sevdiğim 2. anime yaratıcısı Makoto Shinkai’nin 2007 yapımı filmini önereceğim şimdi de. Shinkai’yi bu kadar özel yapan şey; animelerinde gerçek dünyanın çoğu zaman farkında olmadığımız küçük estetik detaylarını, fantastik öğelerle çok dozunda ve çok romantik bir şekilde buluşturması. Bu özel filmlerden biri olan 5 centimeters per second, ismini kiraz ağacının çiçeklerinin yapraklarının yere düşüş hızından alıyor ve kiraz çiçeği yapraklarının yere düşmesi gibi, yolları kesişen ve ayrılan Takaki ve Akari’nin hikayesini bize 3 bölümde anlatıyor. Mesafeler üzerine düşündüren, aramızda mesafeler olan insanları özleten, her bir sahnesi sanat eseri bu filmi, bir saatinizi ayırarak izlemenizi öneririm.

Filmin orijinal adı: Byôsoku 5 senchimêtoru

Filmin IMDb sayfası: https://www.imdb.com/title/tt0983213/

Buraya Makoto Shinkai filmlerindeki yemek sahnelerinin kolajlandığı tatlış bir video da bırakıyorum: https://www.youtube.com/watch?v=3nvmBJzxXJ0

5000 km uzaktaki biriyle konuşuyorsan, onun sesini duymak için 1 saniye gecikmeyi göz ardı edebilirsin, ama kiraz çiçeğinin yapraklarını döküşünü seyrediyorsan 1 saniye göz ardı edilemeyecek kadar önemlidir. Geçen zaman aynıdır, onu hızlı ya da yavaş ilerleten biziz, yüklediğimiz anlamlardır. Zamanla yarışıp bir şeyler yetiştirmeye çalıştığım bu günlerde kendime de yetişmek için birkaç saniye soluklanmak istedim. Umarım öneriler hoşunuza gitmiştir. Kitabı okuyan ya da filmi izleyen varsa, yorumlarda paylaşırsa sevinirim.

Yine Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde bir alıntı bırakarak gidiyorum:

“Saatin kendisi mekan, yürüyüşü zaman, ayarı insandır… Bu da gösterir ki, zaman ve mekan, insanla mevcuttur!”

Son olarak bu temayla iyi gideceğini düşündüğüm bir şarkı da paylaşmak istiyorum. Bir zamanlar, bu şarkıyı zamanın daha hızlı geçmesini istediğim zamanlarda dinlerdim. Artık ihtiyaç duymuyorum, ihtiyacı olan alsın kullansın 🙂

İncesaz _ Geçsin Günler